ÖZGÜRLÜK AŞKINA
Champ Elysee’den ihtişamlı mağazalardan salın aşağıya, d’Orsay’ı geçin, Ponts Des Arts Köprüsü’nün demirlerine bir kilit takın. Üzerine de isminizi yazmayı unutmayın. Dönün sola, Notre Dame ile bir selfie çektirin, Le Louvre’da Mona Lisa o kadar da güzel değilmiş bakışı atıp sonra o piramidi tutuyormuş pozu verin. Ve hoop Eiffel! Lafayette’den parfümü de kaptınız mıParis turunuz tamamdır!
Eh bu herkesin kafası diyorsanız, buyurun size bir kuple benim Paris’im;
Taş duvarlar yıkıp geldim
Demirleri söküp geldim
Hayatımı yakıp geldim hey
Siz benim neden kaçtığımı
Nereden bileceksiniz
Neden kaçtığını belki hiç bilemeyeceğiz ama bir sabah dörtte yağmurlarla gidişin en büyük şahididir Paris. 16 Kasım 2000’de gözlerini hayata yummadan önce Ahmet Kaya’nın son konuştuğu ve neden sustuğunu caddelerine fısıldadığı şehirdir Paris.
“Kısaca Hayatım, umurumda bile değil…” yaşayan 1500 sinemacının sinema tarihinin en iyi repliği seçtiği bu sözler Rüzgar Gibi Geçti filminden… Ahmet Kaya’dan tam 40 yıl önce aynıgün (16 Kasım 1960) hayata veda eden Clark Gable tarafından söyleniyor.
Ahmet Kaya’nın susması gibi, tüm dünyanın dünyalık adına susanları benim umurumdaki şehirlerin “mezarlıklarını” önemserim hep.
Çünkü onlar susmaz...
Ölümden korkmuyorum, yalnızlıktan korkuyorum diyen Edith Piaf, ölümünden önceki son röportajında şöyle öğütler dünyaya:
-Bir kadına öğüt verecek olsaydınız, bu ne olurdu?
-Sev.
-Bir genç kıza?
-Sev.
-Peki, bir çocuğa?
-Sev
Charles Anznavour’a göre İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tüm Paris’te hayatın durmasına tek neden olan olaydır Edith Piaf’ın Peré Lachaise Mezarlığı’na defnedilişi… Evet, dünya onu yalnız göndermemiştir.
Bugün Piaf’ın kabrinden yaklaşık 200 adım uzakta, 71. bölümde Ahmet Kaya’nın mezar taşında şöyle yazar:
“Yurdumdan uzak yağmurlar içindeyim.
Akşam oldu sürgün susuyor.”
Sürgün susar ama mezarlıklar susmaz, Paris’te de konuşur, öğütler. Çünkü tıpkı Ahmet Kaya gibi pek çok susturulamayan ölümsüz fikir vardır o mezarlıklarda.
Voltaire: “ÖzgürIük adaIetten başka bir şey değiIdir.”
Jean Jacques Rousseau: “Devlet büyüdükçe, özgürIük de o oranda küçüIür.”
Victor Hugo: “Hiçbir ordu, vakti gelmiş bir fikir kadar güçlü değildir.”
Emile Zola: “Adalet ancak gerçekten, saadet ancak adaletten doğabiIir.”
Sadece dördüdür Paris’teki başka bir mezarlık olan Phanteon Mezarlığı’ndan sözlerini söylemeye devam eden… Bu susmayan insanlar sizin de umurunuzdaysa mutlaka uğrayın Pere Lachaise ve Phanteon mezarlıklarına.
Bir de kafeleri vardır Paris’in. Dün konuşulanları bugün hala anlatırlar bize.
La Closerie des Lilas mesela...
Oscar Wilde ve Yahya Kemal Beyatlı aynı anda karşıladılar beni bu kafede. İki dehanın da oturdukları masalarda hala isimleri yazıyor.
“Düşmanlarınızı her zaman bağışlayın. Hiçbir şey onların bu kadar çok canını yakmaz.” diyen Wilde da yukarıda bahsettiğim mezarlıkta, Ahmet Kaya’nın yakın komşusudur üstelik.
Yahya Kemal Kendi Gök Kubbemiz’ e bir şeyler yazmış mıdır bilmiyorum bu kafede, ancak Paris dönüşünde Celile Hanım’a fena aşık olur. Celile Hanım kim midir?
“Sensiz Paris gülüm bir havai fişeği
Bir kuru gürültü kederli bir ırmak
Yıktı mahvetti beni
Paris’te durup dinlenmeden gülüm seni çağırmak” mısraları ile bizi başka bir Paris kafesinin hikayesine götürecek olan Nazım Hikmet’in annesidir.
Café De Flour, Saint German’de lüks mağazaların bittiği sınırdadır. Türk olduğunuzu söylerseniz hemen söylerler size Nazım’da buraya geldi diye. Hatta bazı ünlü edebiyatçılarla yan yana oturduğunu bile anlatırlar.
Jean Paul Sartre evini ısıtacak parası olmadığı için Café De Flour’a gelir, yazılarını burada yazarmış. Kim bilir o bu kafede “Savaşı zenginler çıkarır, fakirler ölür” satırlarını yazarken, belki de Nazım Hikmet;
“Tahir olmak da ayıp değil, Zühre olmak da.
Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil” diye mırıldanıyordu.
Ve hatta caddeye bakan masaların önünden Nazım’dan 35 yıl önce Necip Fazıl geçiyor ve…
“Sokaktayım
Kimsesiz bir sokak ortasında
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum” ile Kaldırımlar diyordu.
Belki de hiç karşılaşmadılar ama o kafelerde oturdular, düşündüler, konuştular, yazdılar. Paris’i o kafelerden soludular… Paris’te o mezarlıklarda konuşmaya devam ediyorlar...
Özgürlük için, özgürlük aşkına….
e-Posta
FOTOĞRAF VE TEMAŞA
Fotoğraf sanat mıdır? Sorusu ile söyleşilerde, zirvelerde, safarilerde muhatap olan bilgeler sınıfındakilerin önemli bir kısmının “Sanat nedir?” sorusuna bile kurama ya da sanat tarihine dayalı bir cevabı olmadığını gözlemliyorum.
Elbette hepsinin bir cevabı bir görüşü var ama kuramsal veya tarihsel bilgi olmadan verilecek ve “bence” ile başlayan cevapların bir tek anlamı vardır, o da bu soruya cevap verecek kadar yetkin olmadıklarıdır.
Bu yazıda fotoğraf sanat mıdır? Değil midir? Sorusunun cevabından bahsetmeyeceğim.
Fotoğraf ve temaşa konunusunun işleyiş yöntemimi anlatmak için böyle daha genel bir örnekle girdim.
Keza bu yazıyı okuyanların büyük çoğunluğunun “bence” ile başlayan ama bilgiden yoksun yorumları olacak -ki aslında yine o ahkam sahiplerinin çoğu okumayacak-.
İlk sözüm o ahkam sahiplerine, yani eline makine almış fotoğrafın büyüsü ile heyecanlanmış kalabalıkların “usta” diye gördükleri bir takım temaşa ehillerine..
Sokrates; “Yeryüzünde en bilge kişinin ben olduğumu söylüyorlar, oysa ben biliyorum ki ben değilim, olamam” dedikten sonra bunu ispat için insanlar arasında en bilgeyi bulmak üzere sorgulamalara başlar ve özetle sonuç şudur;
Ben bilgeyim diyenlerin hepsi uzmanı olduğunu iddia ettiği (politika, şairlik, marangozluk gibi) alanlarda kendi bilgilerini üstün görmekte ve aslında yeterince bilmemektedirler.
Ama kötü olan bu değildir kötü olan bu kişilerin yeterince bilmediklerini bilmemeleridir.
Aralarından bazıları zeka göstererek sahte tevazu ile bilginin sonsuzluğuna inanıyormuş gibi görünse de güç ve menfaat önlerinde durduğunda böyle davranmamaktadırlar
Amma felsefe yaptın diyenler yazının bundan sonrasını okumasalar da olur.
Çünkü konumuz tam olarak burada başlıyor “felsefe yapmak” ta…
Günlük kullanımda belki bağlamından en kopuk kullandığımız deyimlerden biridir “felsefe yapmak” genelde bilmiş ve boş konuşanlar için söylenir. Oysa “felsefe yapmak” tam tersi sorgulamak, bilginin derinlerine inmektir ve öngörüden, dogmatiklikten çok bilgiyi kutsal kabul etmektir .
Bir kimse, bir konuya dair felsefe yapabilecek kuramsal bilgiye sahip değilse yukarıda bahsettiğim “bence”li tanımlara başvurur ve o işin temaşa yani şenlik tarafı ile daha fazla ilgilidir.
İşte bu noktada fotoğraf belki de günümüzün en müsait en verimli alanıdır.
İster üç kişi ister üç yüz kişi bir araya gelerek içinde fotoğraf olan şenlikli faaliyetlerde bulunabilirler.
İster maratonda yarışırlar, ister safariye çıkarlar, isterlerse de fotoğraf meydan okumalarına katılırlar (photo challenge).
Sadece fotoğrafta değil sanatla ilişkili her alanda bu tarz etkinliklerin yapılması güzeldir, geliştiricidir, eğlencelidir.
Peki bu tarz şenlikli işlerin fotoğraf dünyasında, fotoğraf sanatında yeri ne kadar olmalı?
İşte uzunca işin kuramsal ve felsefi boyutu bir tarafa, “bence” diye cevaplanabilecek bir soru.
Öyle ise cavbın bencesine şöyle bir örnekle başlayayım;
Bu yazıyı yazdığım sıralarda kuryelik yapan bir gencin paketi teslim ettiği yerdeki piyanonun başına geçip bir resital vermesi üzerinden yaratılan drama herkesin gündeminde.
Bu videonun viral bir proje olduğunu düşünmem bir yana tamamen gerçek bile olsa bir kuryenin piyano çalmasına şaşırmak, bu şaşırmışlıktan dram çıkarmak ve bu gencin elinden tutun kampanyası düzenlemek ancak bizim gibi gelişmemiş, sanatın ne olduğunu bilmeyen toplumlara has bir yaklaşım.
Çünkü dünyanın bütün gelişmiş ülkelerinde yoldan çevireceğiniz on sıradan çalışanın (kurye, garson, inşaat işçisi) en az ikisi, üçü zaten bir enstrüman çalar ya da farklı bir sanat alanında bir takım hünerler gösterebilir. Kimse onları işaret edip bu çocukların elinden tutun diye feryat etmez.
Bu örnekte olduğu gibi yeterince gelişmemiş toplumlarda toplumsal reaksiyonlar da yukarıda bahsettiğim kendini bilge sanan ya da bilge olarak satan bilmezlerinki gibi tek yönlü, yüksek volümlü neşe veya dram içerecektir.
Günümüzde düzenlenen şenlikli fotoğraf organizasyonlarına yüklenen anlam tam da böyledir.
E canım ne olacak en azından bir araya geliniyor, üretiliyor, eğleniliyor diyebilirsiniz. Buna elbet hakkınız vardır ve dahi haklılık payınız da vardır.
Ama o kurye arkadaşımızdan tesadüfen keşfedilip bizimde bir Mozart’ımız olabilir zannetmek ne kadar büyük safdillik hatta ahmaklık ise, içinde şenlik bulunan fotoğraf organizasyonlarının fotoğrafa, fotoğrafçıya katkı sağladığını düşünmek o kadar büyük ahmaklıktır.
Yine felsefe yapalım, eğer sonunda zarar yoksa ahmaklıkta güzeldir diyebilirsiniz. Hatta dediğiniz gibi olmaz kuş taşa çarpar ve bir gün bir fotoğraf etkinliği sayesinde bir Salgado’muz olur da diyebilirsiniz.
Evet bence bu da doğrudur ki ben pek çok konuda ahmaklık etmeyi severim mesela! Yani beni yarın yine ahmakça bir fotoğraf organizasyonunda eğlenirken görebilirsiniz.
İşte esas tehlike ve fotoğrafın temaşa ile lişkisindeki çarpıklık tamda bu noktada başlar.
Eğlencenin dozu kaçar, bilgisi olmadan fikri olan tehlikeli cahiller ön sıralara geçer, tutkumuz olan fotoğrafçılık siyasilere garnitür edilir, yıllarca savunulmuş ilkeler üç kuruşa yerle bir olur, bırakın makaleyi bir paragraf düşüncesini doğru ifade edemeyenler googledan kopyala yapıştır aforizmalar ile slogan atıp karşı tarafın hiç girmediği savaşı kazandık zannederler ve taraftar toplarlar…
Bu fikirlerime katılıp katılmamakta özgürsünüz elbet. Ama sabırla buraya kadar okuduysanız, bana katılsanız da katılmasanız da şu küçük oyunu oynayın.
İlk katıldığınız fotoğraf şenliğinde, fotoğrafta hoca bildiğiniz üç beş kişiye iki soru sorun;
Birincisi; Sanat nedir?
Ya da fotoğraf sanat mıdır?
Göreceksiniz ki “Sanat önce bir fail gerektirir” ya da “Sanat şekillerin imgelere dönüştüğü ve içinde mutlak bir eksiltme olması gereken bir kavramdır” gibi kavramsal tezi olan cümlelerden birisi ile başlamak yerine “BENCE” diye başlayacaklardır.
İkinci soruyu kendinizden başlayıp sanat ile ilgili atıp tutan herkese sorun!
Güzel sanatlarda sinemaya 7. sanat denmeye başlandı. Peki önceki altı sanat hangileridir?
Yine ne yazık ki alacağınız cevapların yüzde doksan dokuzunda “Tiyatro” altı sanat arasında sayılacaktır!
Yoksa siz de mi Tiyatro dediniz!
O zaman ahmaklık yapmaktan keyif almaya devam edin ya da araştırın ve öğrenin o zaman, çünkü siz altı temel sanatın isimlerini bile bilmiyorsunuz.
Bilmediğiniz için sizi asla küçümsemiyorum ama bunu bile bilmeyenlerin ahmakça içi boş eğlencelerini sanat zannetmeniz, arkasında gitmeniz, onlara hoca demeniz, onların kestiği ahkamı dinlemeniz kendinize edebileceğiniz en büyük kötülüklerden birisidir.
e-Posta
KAPLANIN SIRTINDA
Sıkı bir Livaneli okuyucusu olmamdan mütevellit son kitabı Kaplanın Sırtında’yı çıkar çıkmaz bir solukta okudum.
Kitap üzerine yapılan eleştirileri ve övgüleri görmeyi bekleyip bu yazıyı kaleme aldım ama itiraf edeyim kitap biter bitmez ne düşünüyorsam harfiyen aynısını yazacağım. Çünkü ne eleştiriler ne de övgüler fikrimi etkilemedi.
Gelelim kitaba; Abdülhamit gibi marjinal bir karakterin radikal savunucu ve aynı radikallikte düşmanları olması gerçeğini neredeyse hiç dikkate almadan yazılmış olması büyük cesaret örneği. Nitekim genel yorumlar da bu yönde.
Ancak cesaretten daha öte bir durum var ki ben hem çok mutlu etti hem de çok heyecanlandırdı.
Gelişmiş medeniyetlerin hepsinde yazılı olmayan en önemli zümrelerdendir “Aidiyeti Olan Adiller”. Bu tanımlama bana ait ve aslında bir nebze gereksiz ama ülkemizdeki entelektüel anlayıştaki bozukluktan sebep anlaşılır olmak için yapmak zorunda kaldım. Oysa bahsettiğim medeniyet çizgisinde “Adil” olmak zaten olağan bir genel geçer.
Açalım;
Livaneli siyasi görüşü itibari ile bir zümre tarafından kendilerine ait tanımlanan bir karakter. Bu soruyu kendisine sorma şansım olsa tahminim o ki vereceği cevap “Hayır benim çizgileri olan bir dünya görüşüm var ama bir zümreye ait değilim” diyecektir diye düşünüyorum hatta neredeyse eminim.
Biz yorumumuza genel geçer toplum algısı ile devam edelim. O algıya göre Zülfü Livaneli Atatürkçü, Laik ve Cumhuriyetçi yani onun için ezber olan Abdülhamit kızıl sultan retoriği.
Peki kitapta bu retoriğe rastlıyor muyuz? Hayır!
Yukarıda bahsettim cesur bir yaklaşım var ortada ama sadece cesur demek pop-alaturka kalır. Cesaretle yazılmış satırlarda zorlama olmayan, içselleştirilmiş bir adalet var.
Livaneli sanki Abdülhamit’e sultanım diyecek kadar yakınlaşırken öte taraftan elinde bir iddianame ile açıkça sorgulamış. Cevapları ise yargılamadan aktarmış bize. Üstelik kitabın ikincil hikayesinde aynı teraziyi genç ittihat terakkici subayların da önüne koymuş.
Ben bu yaklaşımın sadece Türk edebiyatına değil Türk siyasetine de yeni bir bakış açısı sunduğu kanaatindeyim.
Bir noktayı da içimde kalmasın diye söyleyeyim ben olsaydım kitabın kapağına birden fazla Abdülhamit tasviri ve bir de papağan koyardım.
e-Posta